KANAL7 DIŞ HABERLER SERVİSİ BARTU EKEN
İran’ın nükleer programı, uzun yıllardır uluslararası arenada tartışma konusu…
Tahran’ın çalışmaları, bölgesel ve küresel güvenlik dinamiklerini etkileyen önemli bir faktör olarak görülüyor.
Batı dünyası ve İsrail başta olmak üzere birçok ülke, İran’ın nükleer silah geliştirme ihtimaline karşı ciddi endişelere sahip.
Bu bağlamda, İran’ın nükleer tesislerinin stratejik önemi ve bu tesisler üzerinden yürütülen diplomatik süreçler;
Orta Doğu’daki güç dengesini şekillendiren unsurların başında yer alıyor.
İran’ın en büyük ve bilinen nükleer tesislerinden biri olan Natanz, uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin merkezi olarak kabul ediliyor.
Bu tesis, yer altında kurulu vaziyette.
Ayrıca İran’ın nükleer programına karşı gerçekleştirilen saldırıların başlıca hedeflerinden biri haline gelmiş durumda.
2010 yılında ABD ve İsrail tarafından yazılan Stuxnet adlı bir bilgisayar virüsüyle saldırıya uğramış;
Tesisin geniş çapta hasar gördüğü öne sürülmüştü.
Faaliyet göstermeye devam eden Natanz’ın, İran’ın nükleer silah üretimi konusunda faydalanabileceği en büyük tesis olduğu ifade ediliyor.
DAĞLARIN İÇİNE İNŞA EDİLEN TESİSLER VAR
İran’ın askeri savunma stratejisinin bir parçası olarak kabul edilen Fordo tesisiyse, kolay hedef olmaması için dağların içine inşa edildi.
Uzun bir süre de uluslararası denetimden gizlendi.
Fordo’nun varlığı, 2009 yılında uluslararası kamuoyuna duyurulduğunda büyük bir diplomatik kriz başladı.
Yerin derinliklerinde kurulan bu tesis, İran’ın olası askeri saldırılara karşı nükleer programını koruma çabasının bir yansıması…
Tahran yönetiminin Fordo’da yürüttüğü uranyum zenginleştirme çalışmaları, bölgedeki güvenlik dengesi açısından kilit rol oynuyor.
Arak Ağır Su Reaktörü de, İran’ın plütonyum üretme kapasitesine sahip olduğu için uluslararası toplumun en çok dikkatini çeken tesislerden biri olarak öne çıkıyor.
Plütonyum, nükleer silah yapımında kullanılabilecek bir madde olduğundan;
Arak’taki faaliyetler özellikle Batılı devletler tarafından yakından izleniyor.
2015’te İran ile yapılan nükleer anlaşma kapsamında Arak reaktöründeki çalışmalar durdurulmuş ve yeniden yapılandırılmıştı.
Ancak, ABD’nin Trump’ın başkanlık yaptığı dönemde anlaşmadan çekilmesiyle bu tesis de yeniden gündeme geldi.
İran’ın bir başka önemli nükleer tesisi İsfahan’da bulunuyor.
İsfahan Nükleer Tesisi, uranyum dönüşüm faaliyetlerinin gerçekleştirildiği önemli bir merkez olarak biliniyor.
Bu tesiste uranyum oksit üretimi yapılmakta olup, İran’ın nükleer yakıt döngüsünde büyük bir öneme sahip.
İsfahan’daki tesis de uluslararası denetim altında…
Ancak yine de İran’ın nükleer programının sivil mi yoksa askeri amaçlarla mı kullanıldığına dair şüpheler mevcut.
Buşehr Nükleer Santrali’yse İran’ın sivil amaçlı nükleer enerji üretimi için Rusya’nın desteğiyle inşa edilen ilk nükleer enerji santrali olarak biliniyor.
Buşehr’in, uluslararası hukuk kapsamında sivil amaçlarla faaliyet gösteriyor.
İRAN TESİSLERİN BARIŞÇIL AMAÇLARLA KULLANILDIĞINI SAVUNUYOR
İran, nükleer programının tamamen barışçıl amaçlar taşıdığını ve enerji üretimi için gerekli olduğunu savunuyor.
Ancak, bölgedeki birçok ülke ve uluslararası toplum bu iddiaya şüpheyle yaklaşıyor.
İran’ın nükleer tesislerine yönelik potansiyel askeri müdahaleler, Orta Doğu’da uzun vadeli bir güvenlik sorununa yol açabilir.
Nitekim İran’ın İsrail’e yönelik gerçekleştirdiği ikinci dalga saldırılarda isabet oranı oldukça yüksekti.
Ve bu durum nükleer başlıklı bir silah kullanılarak tekrar edilirse, bölgede geri dönülemez bir hasar bırakabilir.
Risk unsurları göz önünde bulundurulduğunda İsrail ve ABD’nin bu tesislere saldırı yapıp yapmama konusunda şüpheci yaklaşımları oldukça makul.
NÜKLEER SİLAH KONUSU BELİRSİZ
İran’ın nükleer silaha sahip olup olmadığı konusuysa halen muamma.
Washington yönetimi ve İsrail destekçisi ülkeler, Tahran’ın nükleer silahlara sahip olmak üzere olduğunu ya da gizli tesislerde ürettiğini savunuyor.
Ancak benzer söylemler Irak işgalinden önce de mevcuttu.
Nitekim Baas rejimi devrildikten sonra Saddam Hüseyin yönetiminin nükleer gücünün olmadığı ortaya çıkmıştı.
Uluslararası denetim mekanizmaları da göz önünde bulundurulduğunda bu yaklaşım daha gerçekçi görülebilir.